22 Mart 2023 - Çarşamba

Çanakkale Destanı ve Doktor Tarık Nusret

Çanakkale Destanı ve Doktor Tarık Nusret

Yazar - Dr. Ramazan Canural
Okuma Süresi: 4 dk.
799 okunma
Dr. Ramazan Canural

Dr. Ramazan Canural

-
Google News
“Ben size taarruzu emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimizi başka kuvvetler ve başka komutanlar alabilir.”  19.Tümen Komutanı Yarbay M.Kemal                                                (Conkbayırı, 25 Nisan 1915) 
  (Aşağıdaki sahneler, Çanakkale Kara Savaşlarında yaşanmıştır. Bu savaşlar 18 Mart 1915 Deniz Zaferinden sonraki aylarda cereyan etmiştir. M.Akif Ersoy dışındaki şahıs adları  temsilidir.)  
      “Her gün binlerce yaralı geliyordu sahra hastanesine. Hatta bazen bu sayı on binleri buluyordu. Son 15 gün içinde 18 bin şehit verilmişti. Yaralıların sayısı ise 30 bini geçmişti. Doktorlar, sıhhiyeciler, hemşireler günlerdir uykusuz görev yapıyor; sadece yaraları sararak hizmet vermeye çalışıyorlardı.
      Doktorlar masaya yatırılan hastalara bakıyor, durumu ağır olanlardan ziyade  ‘kurtarılabilecek’  olanlarla ilgileniyorlardı.
    Hasta bakıcılar masaya 16–17 yaşlarında bir çocuk yatırdılar. Ağır yaralıydı. Barsakları dışarı çıkmış, bacağının biri kopmuş, diğeri de parçalanmıştı. Çocuğun yarasına bakan Doktor Tarık Nusret:
      ‘Bu yaralıyı alın buradan’ dedi. 
      Çünkü ona, orada yapılabilecek hiçbir şey yoktu. İzmit veya İstanbul’daki hastanelere de zaten yetişemezdi...  
  Yaralı Mehmetçik gözlerini açarak cansız bir sesle:
  ‘Baba… Baba benim. Ben Tahsin’… dedi. 
Söyledikleri zor duyuluyordu.
Doktor Tarık Nusret  masada yatan ağır yaralı gencin kendi oğlu olduğunu dehşetle gördü. Aylardan beri cephede olduğu için evden bir haber alamamıştı. Oğluyla aynı cephede savaştığını o anda öğreniyordu.
  ‘Oğlum’ dedi. ‘Oğlum benim, sen de mi buradaydın?’
        Sarıldı oğluna, yanaklarından öptü.  Hıçkırıklara boğuldu. Çaresizliğin pençesinde kıvranırken, ciğerparesine son bir defa ümitsizce baktı.
      Sırada bekleyen yaralılar hızla artmıştı. Kaybedilecek zaman yoktu. Sıhhiye erlerinden birini çağırarak emir verdi: ‘Oğlumu alın da şu ağacın gölgesine yatırın!’
    Arkadan gelen yaralılarla ilgilenmeye başladı. Sıhhiyeler ağır yaralı genci alarak bir gölgeye yatırmak üzere götürdüler. Masaya hemen yaralı bir Mehmetçik daha yatırıldı. Ondan sonra bir başkası daha…
    İki saat sonra işleri birazcık hafiflemişti Doktor Tarık Nusret’in...
Ağacın gölgesinde yatmakta olan oğluna doğru yaklaşıp baktı.  Çoktan ölmüştü.
  ‘Oğlum, kınalı kuzum benim… Şehidim!’ diyecek oldu. Diyemedi. Sözler boğazında düğümlenmişti…
Aniden gözleri doldu. Gözyaşları yanaklarından aşağı süzüldü...”
 Aah… Ah… O Çanakkale Destanını…
O şehitleri anlatmak ne mümkün! 
“Gömelim gel seni tarihe desem, sığmazsın…” 
Tarihe sığmayan bu şehitler, bu destan…
Kelimelere nasıl sığar ki!
Şiirle ifade gücünün zirvesindeki isim, M.Akif Ersoy ancak o sahneleri bize bir  nebze canlandırabilir: 
“Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,    
Bir hilal uğruna ya Rab  ne güneşler batıyor,
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdad inerek öpse, o pâk alnı değer…”
        Bu gün, Zığındere sargı yeri,  57. Alay ve Akbaş Şehitliğinde; 
Diyarbakır’lı Abdülkadir’le, Denizli’li Yusuf… Mardin’li Şeyhmuz’la, Muğla’lı Halil… Trabzonlu İdris’le, Manastır’lı Hüseyin Avni yan yana yatıyor…
Onlar aziz kanlarını vatan toprağına akıtıp, kan kardeşi oldular ve adeta düğüne gider gibi gözlerini kırpmadan birlikte ölüme koştular… 
      Kim için?.
      Senin için, benim için, vatan-millet için!
      Acaba onlara lâyık olabildik mi?
#
Yorumlar (0)
Tüm Yazıları