19 Kasım 2024 - Salı
Tesadüfen Yaşamak
Tesadüfen Yaşamak
Yazar - Dr. Ramazan Canural
Okuma Süresi: 5 dk.
38 okunma
Dr. Ramazan Canural
-Tesadüfen yaşamak... Böyle bir kavram var değil mi Türkçemizde? Yani hayatımızın, biraz da, tesadüfen ortaya çıkan olumsuz şeylerle, olumluların karşılıklı çarpışmasından oluşan bir fiilî durum olduğunu ifade eden bir kavram. Olumlu olanlar galip gelirse yaşıyorsun, olumsuzluklar baskın çıkarsa ölüyorsun.
Mesela herşey yolunda giderken, birgün bilinmeyen bir nedenle vücudunuzun bir yerinde bir kanser başlıyor, olaydan sizin uzun süre haberiniz olmuyor, sonunda ufak tefek ârızalar ortaya çıkıyor, fazla kulak asmıyorsunuz, geçer gider canım, normal bunlar, üşüttük galiba, biraz da uzun sürdü, atamadık , diyorsunuz. Hayır geçmiyor, daha da ilerliyor ve doktora gidiyorsunuz. Muayene bitiyor ve karşınızdaki doktorunuz şüpheci bakışlarla sizi süzerken şöyle diyor:
“Durumunuzu biraz önemli görüyorum, şu tahlilleri yapacağız,akciğer tomografisi de şart.”
Tahliller yapılıyor, tomografi çekiliyor ve doktor sonuçlara bakıyor. Acı gerçeğe yaklaşan doktor, içinden, yine önemli bir hastalık yakaladık galiba, diye, kendi başarısıyla gururlanırken, bir size bir yanınızdakilere bakarak şöyle diyor:
“Akciğerde bir ur göze çarpıyor dostlar, iyi huylu da olabilir, kötü huylu da… Biyopsi yapacağız. Son sözü patoloji söyleyecek.”
Biyopsi yapılıyor ve patoloji son sözü söylüyor!
Akciğer Kanseri… “Küçük hücreli karsinom”
Kimse bilmiyor nedenini… Sigaradan deseniz o değil. Ağzınıza sigara koymamışsınız. Genetik mi, çevresel etkenlerden mi, başka bilinmeyen bir şeyden mi?
Velhasıl dostlar, yaşantımız biraz da tesadüflere bağlı. Yukarıdaki tabloya bakarak, buna ister şanssızlık deyin, isterse kader, ister alın yazısı deyin isterse başka bir şey...
Ama gerçek bu.
Yaşantımız tesadüflere bağlı dedik ya... Bakın işte, taaa çocukluk yıllarına gidiverdim birden…
Birkaç arkadaş sığır gütmek için o gün yine ovaya yollanmıştık. Yolumuzun üstünde bir su kuyusu vardı, adı “Eni Kuyusu. “
Eskiler bilir. O zamanlar kuyudan su çekmek için şöyle bir düzenek kullanılırdı: Uzun bir sırığın ucuna bir zincir, zincirin ucuna da metal bir kova bağlanırdı. Sistemin ana unsurunu oluşturan sırık da kalın ve çatal bir direğe monte edilirdi. Tabii bu montaj o uzun sırığın iniş-çıkışına izin verecek şekilde yapılırdı. Kuyudan su çekmek isteyen kişi zinciri ve ucundaki kovayı kuyunun derinliklerine doğru bastırarak aşağı sarkıtır ve kovaya su dolunca yukarı çekerdi. İşleyiş böyleydi.
Ama biz, o zamanki çocuk aklımızla, uzun sırığı aşağı doğru çekerek, kovayı ise aşağı kuyuya sarkıtmadan kuyunun kenarında tutarak, zinciri olduğu yerde biriktirip bu iş son raddeye gelince, sistemi birdenbire “boş” bırakarak, çığrış bağrış ve gülüşmelerle hemen oradan kaçıp uzaklaşıyorduk.
O sırada kova ve zincirden çıkan o müthiş gürültü-patırtı bize büyük bir keyif veriyordu. Bir böyle iki böyle derken…
Bilmiyorum kaçıncı sefer sistemi kurup, aniden bıraktığımızda, havaya fırlayan kova, ben kaçarken büyük bir hızla kafama çarptı ve müthiş bir darbeyle beni 10-15 metre ileri doğru fırlattı.
Yere yıkıldım. Gözlerim karardı, başım değirmen taşı gibi dönüyordu, kafamda şiddetli bir ağrı vardı. Sonra kusmalar başladı. Arkadaşlar başıma yığıldı. Yarım saat sonra biraz kendime geldim ama o gün akşama kadar en az on defa kustum. Doktora da gitmedim.
Şimdi düşünüyorum da ben o zaman ciddi bir beyin sarsıntısı (Commotio Cerebri) geçirmişim de haberim yok!
Aynı olay bu gün olsa hemen hastaneye koşarız, filmler, tomografiler, tahliller, aman beyin kanaması olmasın diye 24 saat müşahade altında tutmalar filan…
Yani iş çok dallanıp budaklanırdı.
Tabii o günkü yaşananlardan evde kimseye bahsetmedim. Yoksa üstüne üstlük bir de dayak yerdim.
Ve o gün şans eseri ölmemiştim. Demek ki vade dolmamış!
Yorumlar (0)
Tüm Yazıları